Uluslararası İlişkiler Bölümü Bildiri Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 2 / 2
  • Öğe
    ABD-Çin rekabetini yırtıcılık teorisi penceresinden anlamlandırmak
    (Karadeniz Teknik Üniversitesi, 2021) Donduran, Can; Gürcan, Efe Can
    Günümüzde uluslararası siyasetin belirleyici unsurlarının başında, uzun süredir yükselmekte olan Çin ile göreceli gücü 2000’li yılların başından bu yana hızla azalmakta olan ABD arasındaki rekabet gelmektedir. İki ülke arasındaki rekabeti açıklamaya yönelik analizler, genellikle Soğuk Savaş döneminde yaşanmış tecrübelerden yola çıkar. Ancak, bugün Çin ve ABD arasındaki rekabetin, geçmiş dönemlerden çok daha farklı bir uluslararası çevrede cereyan ettiği söylenebilir. Dünya, artık Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi birbirinden keskin çizgilerle ayrılan iki bloktan oluşmadığı gibi uluslararası aktörlerin çıkar ve hedeflerinin karmaşık bir biçimde birbirine bağımlı hale geldiği gözlemlenmektedir. Ayrıca, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında karşı karşıya geldiği başat rakiplere baktığımızda, Çin’in farkı açık biçimde ortaya çıkmaktadır. SSCB, askeri anlamda bir dev iken Sovyet ekonomisi Amerikan ekonomisiyle rekabet etmekten oldukça uzak kalmıştır. 1980’li yıllarda Japonya teknolojik açıdan önemli bir güç haline gelmiştir; ancak, bu ülkenin sahip olduğu teknolojik avantajı askeri güce dönüştürmesi söz konusu olmamıştır. Bu örneklerden farklı olarak Çin ise birçok alanda ABD ile ciddi ölçüde rekabet edebilecek kapasiteye sahiptir. Bu durum, özellikle Soğuk Savaş üzerinden kurulan analojilerin ve geleneksel güç geçişi kuramlarının Çin-ABD rekabetinin dinamiklerini ve geleceğini anlamak adına yetersiz kalmasına yol açmaktadır. Bu çalışma, ABD ile rekabet halindeki Çin’in izlediği politikanın ana ekseninin nasıl şekillenmekte olduğu ile bu sürecin küresel ve bölgesel ölçekte ne gibi sonuçlar doğurabileceği sorularına cevap aramaktadır. Mevcut çalışma, bu soruyu yanıtlarken, Joshua Itzkowitz Shifrinson tarafından ortaya atılan “yırtıcılık teorisi”ne (predation theory) dayanmaktadır. Yırtıcılık teorisi, Soğuk Savaş konjonktüründe şekillenen geleneksel kuramlara kıyasla daha geniş kapsamlı, derinlikli ve güncel bir çerçeve sunmaktadır. Günümüze kadar Türkçede pek yer bulmamış olan bu kuram, mevcut çalışma vesilesiyle uluslararası literatür kapsamında ilk kez Çin-ABD ilişkilerine uyarlanmaktadır. Ayrıca çalışma, söz konusu kuramı, Çin-ABD rekabetinin hem yakın geçmişi hem de güncel durumunun analizi üzerinden süreç izleme yöntemiyle test etmeyi amaçlamaktadır. Yükselen güçlerin rekabet halinde oldukları düşüşteki aktörlere karşı izledikleri stratejileri destekleyici ve yırtıcı olarak iki ana kategoriye ayıran yırtıcılık teorisi; iki ülkenin birbirleri açısından stratejik önem ve konumları, askeri güç kapasiteleri, küresel güç dağılımı gibi unsurların bu anlamdaki seçimi şekillendirdiğini iddia etmektedir. Esas olarak destekleyicilik-yırtıcılık ekseninde şekillenen söz konusu stratejiler yine yoğunluklarına göre ikiye ayrılmakta ve temel hedefe ulaşmada izlenen yolun aşamalı veya hızlı bir geçişi öngören biçimde olması da bu yolla belirlenmektedir. Yükselen bir güç, yoğun biçimde destekleyici olduğu durumlarda “güçlendirme” stratejisini tercih ederken, bu amaç için daha az kaynak ayırdığı durumlarda “takviye etme” stratejisine yönelmektedir. İlişkilerin daha saldırgan biçimde ele alındığı durumlarda ise yükselen konumdaki aktör mevcut statükoyu düşüşteki gücün aleyhine radikal ve hızlı bir biçimde değiştirme arzusundaysa izleyeceği yol “devirme” olacaktır. Son olarak, yükselen gücün yırtıcı güdülerinin yoğunluğu görece azken tercihi, rakibin üstünlüğünün yok edilmesini zamana yayan sabırlı bir strateji olan “zayıflatma” yönünde olacaktır. Örneğin, Bismarck Prusya’sının 1870’lerde Fransa’ya karşı izlediği politika devirme stratejisine net bir örnek oluştururken, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Avusturya-Macaristan’ı destekleme çabaları güçlendirme stratejisinin doğrudan sonucudur. Benzer biçimde, ABD’nin 1980’lerde SSCB’ye karşı takındığı tutum zayıflatma tercihini yansıtmaktadır. 19. yüzyılın ortalarında Britanya’nın Prusya karşısında Avusturya-Macaristan’a karşı takındığı destekleyici tavır da takviye etme stratejisinin açık bir yansımasıdır. Bu tercihlerin belirlenmesinde kritik unsurlar ise düşüşteki aktörün sahip olduğu askeri güç kapasitesi ve yükselen gücün hedeflerine erişmesi açısından sahip olduğu stratejik değerdir. Bu değer, diğer güçlerin yükselen aktörün güvenliğine doğrudan tehdit oluşturması, düşüşteki gücün coğrafi konumunun yükselen güce diğer rakipleriyle rekabette avantaj sağlayacak olması, uzun vadede yükselen güce diğer tehditler karşısında destek olma potansiyeli ve iki aktör arasında bir ortaklığın mümkün olması gibi değişkenlere bağlı olarak şekillenir. Düşüşteki gücün stratejik öneminin olması destekleyici bir yaklaşımı teşvik eder. Aksi durumda, yükselen gücün daha yırtıcı bir tavır takınması beklenmektedir. Bu tercihlerin yoğunluk derecesi ise doğrudan düşüşteki aktörün askeri güç kapasitesi ve caydırıcı niteliği ile ilişkilidir. Çin ve ABD özelinde baktığımızda, Washington’ın gerek Çin’in ikincil rakipleriyle veya maruz kaldığı tehditlerle mücadelede gerekse uluslararası sistemin şekillendirilmesi anlamında Pekin’e stratejik açıdan fayda sağlamaktan uzak olduğu görülmektedir. Ayrıca, ABD’nin mevcut askeri gücünün ve potansiyelinin küresel ölçekte neredeyse rakipsiz olduğu gerçeği de ortadadır. Bu bağlamda, Çin’in ABD ile rekabetinde tercih ettiği stratejinin “zayıflatma” olması ve Amerikan üstünlüğünün üç sütununu (askeri, ekonomik, yumuşak güç) zaman içerisinde gittikçe şiddetlenen biçimde sarsma arayışına girmesi olasıdır. Doğrudan bir çatışma ihtimalini zayıflatan bu strateji, güç geçişinin, geleneksel yaklaşımların vurguladığının aksine, evrimsel bir süreç sonunda aşamalı olarak gerçekleşmesi olasılığını güçlendirmektedir. Esasen, ikili ilişkilerin normalleştiği 1970’lerin sonundan bugüne gelen süreçte Çin’in politikalarının büyük ölçüde bu yaklaşımla uyumlu biçimde şekillendiği söylenebilir. Deng Xiaoping’in “doğru zamanı sabırla bekleme” tavsiyesine paralel olarak Çin, uzun yıllar boyunca uluslararası siyasette düşük bir profil sergilemiş ve liberal reformlara odaklanarak ABD öncülüğündeki sisteme entegre olmaktan kaçınmamıştır. Adeta sistemi içeriden fethedercesine, bir yandan hızla büyüyüp güçlenmeye devam ederken, bir yandan da başta ABD olmak üzere uluslararası sistemin başat aktörlerinin liberal reformların son aşamaya kadar ilerleyeceğine inanmasını sağlamıştır. 2000’li yılların başından itibaren ABD’nin üstünlüğünün başta ekonomik olmak üzere çeşitli etmenler sebebiyle sarsılmaya başlaması, Çin’in zayıflatma stratejisinin belirginleşmesine yol açmış ve özellikle 2008 sonrasında, Hu Jintao döneminde sertleşen tutumun Xi Jinping döneminde ivme kazanmasıyla birlikte “doğru zamanın” geldiğine dair inanç kuvvetlenmiştir. 1997 yılında Asya ülkelerinin yaşadığı borç krizi döneminde bölge ülkelerine mali kolaylık sağlamaya yönelik tutumunu Asya Altyapı Yatırım Bankası aracılığıyla kurumsallaştıran Çin, Kuşak Yol Girişimi ile bölgesel ve küresel ölçekte ABD’nin jeo-ekonomik çıkarlarına yönelik önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Kararlı adımlarla ordusunu güçlendiren Pekin, Doğu ve Güney Çin Denizi ile Tayvan gibi konularda sertleşen tutumuyla askeri anlamda da belirleyici bir güç olma yolunda ilerlemektedir. Ayrıca, sayıları gittikçe artan Konfüçyüs Enstitüleri, ülkenin yumuşak gücünün artmasında önemli rol oynamaktadırlar. Bu adımlar düşünüldüğünde Çin’in, ABD’nin küresel üstünlüğünün üzerinde kurulu olduğu sacayağının zayıflatılması yönünde yavaş ama kararlı bir strateji izlemekte olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, gelecekteki güç geçişinin, birçoklarınca beklendiği üzere radikal biçimde, doğrudan bir savaş sonucunda değil, uzun erimli bir mücadeleyle gerçekleşme ihtimalinin belki de en önemli göstergesidir. Ancak, gerek ABD’nin denizaşırı askeri varlığını azaltma girişimleri ve Trump dönemi sonrasında Rusya’yla tekrar gerilen ilişkileri gerek ticaret ve teknoloji savaşları ve NATO’nun son dönemde sinyallerini verdiği dönüşüm, bu yaklaşımın devirme stratejisi yönünde evrilmesi olasılığını da önemli ölçüde güçlendirmektedir.
  • Öğe
    Türk dış politikasının dönüşen güvenlik yaklaşımı: NATO ve Rusya karşısında risk dengeleme (hedging) stratejisi ve sonuçları
    (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, 2023) Donduran, Can
    Günümüzde, özellikle güvenlik alanında uluslararası aktörlerin algıları ve davranış tercihleri hızla değişmektedir. Öyle ki devletlerin güvenlik stratejilerinin açıklanmasında geleneksel dengeleme ve peşine takılma ikilemi, pek çok durumu açıklamak adına yetersiz kalmaktadır. Gittikçe belirginleşen çok kutuplulaşma, uluslararası güvenliğin küçük ve orta büyüklükteki (ikincil) aktörlerin algı ve davranış tercihlerine karşı duyarlılığının artması sonucunu doğurmuştur. İkincil aktörlerin, başat güçler arasındaki rekabete yönelik tutumları ve yaklaşımları günümüzde, yakın geçmişte hiç olmadığı kadar belirleyicidir. Değişen ulusal ve uluslararası dengelerden kaçınılmaz olarak hayli etkilenen Türkiye’nin güvenlik stratejisi de yaşanan bu dönüşüme bağışık değildir. İkincil bir aktör olarak, Türkiye’nin Rusya ve NATO arasındaki mücadele karşısındaki yaklaşımının, Ankara’nın son dönemde dönüşen güvenlik stratejisi ve algısı üzerinden incelenmesi hayli önemlidir. İki başat güç arasındaki gerginlikten istifade ederek bölgesel ölçekte konumunu güçlendirme arayışına giren Ankara, iki taraftan elde edebileceği çıkarlarını olabildiğince artırma yönünde adımlar atmıştır. Yetmiş yıldır üyesi olduğu NATO ile ilişkilerinin gerilmesi pahasına fitili ateşlenen bu dönüşüm, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte hayli kaygan bir zemine taşınmıştır. Mevcut çalışma, merkezine Türkiye’nin değişen güvenlik yaklaşımını almaktadır. Bu yeni stratejinin analitik bir çerçeve içerisinde kavramsallaştırılıp tanımlanması ve hem ulusal hem de uluslararası seviyedeki olası etkilerinin tartışılması hedeflenmektedir. Süreç izleme yöntemi ile Türk dış politikasında NATO ve Rusya ile ilişkileri etkileyen söylem ve eylemlerin yanı sıra kamuoyu eğilimlerindeki değişimler incelenecek ve güncel gelişmeler ışığında Ankara’nın pragmatizmden beslenen güvenlik yaklaşımı açıklanmaya çalışılacaktır. Klasik güvenlik stratejilerinden farklı olarak, iki başat aktörle de mümkün olduğunca aynı mesafede bulunmaya işaret eden risk dengeleme (hedging) stratejisi, Türkiye’nin NATO ve Rusya karşısındaki son dönem politikasını açıklamaya daha yakındır. İçerisinde iş birliği ve ihtilaf odaklı politikaları barındıran ve belirsizlik altında doğan risklerin etkisini azaltırken olası getirileri artırmayı hedefleyen risk dengeleme stratejisi, büyük güç mücadelesine sahne olan bölgelerde bulunan ikincil devletlerin öncelikli olarak tercih ettiği güvenlik stratejilerindendir. Cheng-Chwee Kuik’in sunduğu analitik çerçeveye göre, risk dengeleme stratejisi, uluslararası seviyede üç faktörün eşzamanlı biçimde gerçekleşmesine bağlı olarak uygun bir seçenek haline gelebilir. Bu faktörler, ikincil aktöre yönelik yakın (immediate) bir tehdit bulunmaması; uluslararası arenada derin bir ideolojik kamplaşma olmaması ve büyük güçler arası doğrudan bir çatışmanın vuku bulmamış olmasıdır. Bu koşulların sağlandığı günümüzdeki gibi durumlarda ikincil bir devletin dengeleme veya peşine takılma yerine risk dengeleme stratejisine yönelmesine sebep olan faktörler ise (1) aktörün maruz kaldığı riskin boyutunu artıran yoğun stratejik belirsizlik ve (2) getiri maksimizasyonu arayışına yol açan büyük bir çıkar beklentisidir. Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte gelişen süreci incelediğimizde her iki faktörün de Türkiye açısından mevcut olduğu görülmektedir. Henüz çok yoğunlaşmamış bir büyük güç mücadelesi stratejik belirsizliği artıran en temel faktörlerin başında yer alırken; Türkiye’nin özellikle Rusya ve kısmen de Ukrayna ile arasındaki mevcut ticaretin hacmi ve doğası düşünüldüğünde, ilişkilerin bu şekilde devam etmesinin Ankara’nın çıkarları açısından hayli kritik olduğu görülmektedir. Askeri, ekonomik ve diplomatik boyutlara yayılan bir orta yol stratejisi olmanın yanı sıra risk dengeleme, birbirinin etkisini nötrleyen (counteracting) politikaların eşzamanlı izlenmesini gerektirmektedir. Buna göre, Kuik, dengelemeden peşine takılmaya uzanan bir politika yelpazesinde, iki farklı grup altında ele alınabilecek beş farklı risk dengeleme stratejisi belirlemiştir. “Getiri maksimizasyonu” hedefli ilk gruptaki stratejiler ekonomik faydacılık, bağlayıcı angajman ve kısmi peşine takılma olarak sıralanabilir. “Risk durumuna bağlı” (risk-contingency) önlem niteliğindeki stratejiler ise dolaylı dengeleme ve hakimiyetin reddi olarak sınıflandırılmaktadır. Bu stratejilerden ikisini veya daha fazlasını, birbirinin etkisini sıfırlayarak riski minimize edecek biçimde uygulayan ikincil devletlerin bölgelerindeki büyük güç mücadelesi karşısında risk dengeleme stratejisi izlediğini söylemek mümkündür. Bu stratejilerin askeri, diplomatik ve ekonomik alanlara yayılımının yoğunluğu, aktörün “şiddetli” (heavy) veya “hafif” (light) bir risk dengeleyicisi olduğu hususunda belirleyicidir. Türk güvenlik stratejisinde ilk işaretleri takriben 2013 yılında bulunabilecek değişimin temelinde yatan unsur, Batı ittifakına bağlılığın sorgulamaya açılmasına koşut olarak Rusya ile ilişkilerin derinleştirilmesi olmuştur. Türkiye’nin NATO’ya ilişkin şüpheciliğine dair 2011 yılındaki Libya müdahalesi öncesinde ortaya çıkan ilk sinyaller, zaman içerisinde şekillenecek bir uzaklaşmanın habercisi niteliğindedir. Takip eden dönemde, başta Fransa ve ABD olmak üzere bazı üye ülkelerle yaşanan anlaşmazlıklar, Türkiye açısından ittifakın güvenlik stratejisindeki merkezi konumunun tartışmalı hale gelmesine yol açarken, üye ülkelerin Türkiye’yi ittifakın uyumunu tehdit eden bir aktör olarak görmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu bakış, İsveç ve Finlandiya’nın üyelik ihtimali karşısında takınılan ikircikli tutum sonucunda gittikçe güçlenmektedir. Beyaz Saray’da Donald Trump’ın bulunduğu süreçte yaşanan krizler ve ABD’nin kendi kurduğu düzene yönelik şüpheci yaklaşımı da iki taraf arasındaki ayrımın derinleşmesine katkıda bulunmuştur. Aynı süreçte yaşanan Türkiye-Rusya yakınlaşması, bu gelişmelerden bağımsız olarak ele alınmamalıdır. İki ülke, başta Libya ve Suriye olmak üzere pek çok kritik konuda aynı tarafta yer almasalar da artan ekonomik iş birliği ve gittikçe derinleşen ticari bağlar zaman içerisinde askeri alana da yayılmış ve Ankara’nın Moskova’dan S-400 hava savunma sistemi satın almasıyla zirveye çıkmıştır. Bu dönemde yaşanan Rus uçağının düşürülmesi ve büyükelçi suikastı gibi krizler dönemlik sarsıntılara yol açmıştır; ancak, özellikle 2016 sonrasında ilişkilerdeki olumlu hava güç kazanmış ve günümüze kadar devam etmiştir. Bu değişim, Türk kamuoyunun bakışına da yansımış ve Rusya’ya dair olumlu görüş bildirenlerin oranı yükseliş gösterirken, Türk halkının hem ABD hem de NATO ile ilgili olumlu görüşü genel bir zayıflama eğilimi içerisine girmiştir. En dikkat çekici olan husus ise kamuoyunda Batı’ya güvenin belirgin biçimde azalmakta olmasıdır. Bu çerçevede, Türkiye, güvenlik algısını NATO merkezli olarak şekillendirmekten görece uzaklaşarak Batı ittifakı ve Rusya karşısındaki güvenlik stratejisini risk dengeleme yaklaşımı etrafında şekillendirmeye başlamıştır. Ankara’nın, Ukrayna’daki savaşın başındaki “iki taraftan da vazgeçmeme” olarak nitelenebilecek tutumu, bunun en net göstergelerindendir. Ekonomik pragmatizm ile getiri maksimizasyonuna yönelen Türkiye, savaş boyunca Batı yaptırımlarına katılmazken Rusya ile ticari ilişkileri, turizmi de kapsayacak biçimde, olduğu gibi devam ettirmeye çabalamaktadır. Buna karşın, Türkiye diplomatik alanda dolaylı dengeleme yoluna yönelerek Avrupa Konseyi ve BM’deki oylamalarda çekimser kalmış veya Rusya aleyhine oy kullanmıştır. Diğer bir ifadeyle, Türkiye, ittifak üyeleriyle keskin biçimde ayrışmaktan itinayla kaçınmaktadır. Fakat unutulmamalıdır ki büyük güçler arasındaki ihtilafın yoğunlaşması, hatta doğrudan bir çatışmaya dönüşmesi, uluslararası seviyede belirsizliğin azalmasına ve ikincil aktörler açısından risk dengelemenin uygulanamaz bir hale gelmesine yol açacaktır. Bu durum, bahsedilen aktörlerin bir seçim yapması kaçınılmaz kılacak ve bu tercihe bir bedel eşlik edecektir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin bu süreçte bir katalizör rolü oynaması şaşırtıcı değildir. Güvenlik stratejisini risk dengeleme eksenine oturtmuş durumdaki Türkiye’nin olası bir taraf seçimi zorunluluğunun kendisine getireceği yükü ve yaratacağı sonuçları ihtiyatlı biçimde tartması elzemdir.